20 Ekim 2010 Çarşamba

Bir Poğaça’nın Fısıldadıkları…

Önce şaşırıyorum, hangi ara Apartman Görevlisi’ne sabahki alışveriş listesinde yazdığım poğaçayı almadığını fark etmene….

Sonra Pofuduk’u okula bırakıp, bana poğaça alıp, eve bırakıyorsun….  

Senin bu yaptığına jest denir, incelik denir denir de denir….

Ama poğaça bana fısıldadı kim olduğunu ne olduğunu:

Bak dedi; beni afiyetle mideye indirirken benim kim olduğumu iyi bil! Ben senin o bildiğin, elli kuruşluk mayalı poğaçalardan değiiillliiiim….

Değil mi ki bu adam senin bu sabah kahvaltıda özel olarak istediğin şeyin sana gelmediğini görmüş. İşini gücünü ertelemiş, sana özel olarak beni almış. Ben, işte bu adamın içindeki “yıllar geçse de; umrumdasın, seni etkilemek için her türlü fırsatı yakalarım” sesinin sessiz aracısıyım. Sakın beni mideye sadece O’nu doyurmak için indirme! Ruhunun da alması-anlaması gerekenler var aman ha atlama.   

15 Ekim 2010 Cuma

El Hareketiyle mi Mouse Hareketiyle mi?

Pofuduk’un ödevi; “Günlük Yaşam Programı” hazırlamak. Bu programı 1. ve 2. sınıfta babasıyla hazırlamışlar ve zaman hakkında pek bonkör olan Pofuduk için özellikle sorumluluklarını yerine getirmesi anlamında pek bi faydası olmuştu.

Fakat bu defa elle hazırlamak istemiyordu.
-Anne, hani bilgisayarda kareli kareli şey var ya işte onda yapmak istiyorum.
Peki dedim. Hem nasıl olsa arada bir excel’i açıp kurcalıyordu. Okulda powerpoint bile öğreniyordu nasıl olsa. Hatta projelerini bile Powerpoint ile sunacaklardı madem o halde excel’de tablo yapma zamanı gelmiş olmalıydı.

Açtım excel’i; hadi sen yap, ben sana yardım edeceğim dedim. “Tamam,  şuraya (satırlara) günleri yazıcam” dedi. Peki dedim, öğretmeye pek hevesli ben hemen atladım: “bak böyle haftanın günlerini yazarken ilk 2 günü yaz sonra böyle sürükle o kendi otomatik yazdırıyor dedim. Amaç; Pofuduk’a excel’de bildiklerimi öğretmek…

Gerçek hayattaki gibi; ne biliyorsam en yakınımdaki de bilsin öğrensin felsefesi. Pofu, şaşırdı “aaa anne nerden biliyor?” deyince öyle programlanmış dedim. Dedim ama o an anladım ki bir çocuğa Excel hakkında bir bilgi vermek yetişkin gibi olmuyor. Yetişkin’e bak şu formül ile tablonda kolayca bilmem ne olanları eşleştirebilirsin dediğinde, sana hangi amaçla neden gibi sorularını sormuyor. En fazla anlamadım bi daha anlatsana diyor.

Karar verdim, sadece istediklerini ve lazım olan bilgileri anlatacağım… Başladı, önce satırlara saatleri yazdı ve sonra da pazartesi gününün altına gün içi yaptığı aktivitelerin her birini ilgili saatlerin karşısına yazdı. Fakat bu yazış sırasında yanlışlıkla başka hücreye gidiyor, yanlış hücre siliyor veya hata haptığı bir hücreyi düzeltmeye çalışıyor. Ama kıza ama sakin verdiğim destekle tamamladı pazartesi günü programını.
-Anne, ben perşembeye kadar aynı şeyleri yapıcam bunları buraya nasıl yazarız?
-Bak, neyi yazmak istoyorsan,  istediğin yere gelirsin, sağ tuşa basıp “kopyala” yı tıklarsın, sonra da yapıştırmak istediğin yere gelip “yapıştır” ı tıklarsın
diyerek hem anlattım hem her bir hareketi gösterdim. Hadi şimdi sıra sende. Aaa bir baktım ki yapamıyor: Yani imleci bir türlü önce hedef hücreye koyamıyor, sonra koyuyor ama ne yapacağını unutuyor. Ben de bu arada düşünüyorum….

Bıraktım, bir süre Pofuduk excel hücreleri ve Mouse ile debelenip dururdu. Yapmak istediklerini, fareyi bırakıp elleriyle ekranda göstererek anlatmaya başladı. Dedim ki;
-Bak Pofu, bu programa ne söylemek istiyorsan fare yardımıyla söyleyeceksin. Ne yapmak istiyorsan her bir sözcüğü “tıklayarak” anlatacaksın. Bu program el kol hareketlerinden anlamaz.

Başladım sütun, satır, hücre ne demektir anlatmaya. Sen şimdi şu b3 hücresindekini c3’te mi görmek istiyorsun? Evet! Peki, al fareyi ve b3’e tıkla. Bu demektir ki ben buradaki ile bir şey yapacağım. Buradaki bilgiyi önce almak lazım. Sağ klik yap. Bak bakalım çıkan listeden hangisini kullanabilirsin?
-Kopyala! Anne, aklına mı kopyalıyor bunu?
-Evet canım.:) Tamam şimdi bu aklına yazdığın bilgi ile ne yapmak istiyorsun? Söyle.

Tabii buraya kadar şişti, daraldı. Arada yediği fırçalara bozulmuş ve şaşkın haliyle sardu:

-El hareketiyle mi Mouse hareketiyle mi  anlatayım?

J
Bu sorunun üzerine tüm konsantre yerle bir oldu. Minik bir aradan sonra her şeyi baştan anlattım ve O da “Mouse” hareketleriyle tamamladı.

14 Ekim 2010 Perşembe

YAĞMUR

Serin, karanlık ve ince ince yağan yağmurunda İstanbul’un en sevdiğin filmi seyredip,  kitapçıya gidip kitap karıştırmaktan daha keyifli ne olabilir kuzum?

12 Ekim 2010 Salı

GÜZEL SAÇLI YAKIŞIKLI PRENSE;

Heeeyyy!

Her zaman modaya uygun giyinsen de…

Saçlarını Shrek’teki “Yakışıklı Prens” stili kestirsen de…

Çocukların en sevdiği oyun (kudurma) arkadaşı  olsan da…

Hiçbir şeyi üşenmeden yapabilme kabiliyetin olsa da…

Takım elbiselerini çekip işe scooter ile gidip gelsen de…

Yaşlanıyorsun…

Ve,

Yıllar önce verdiğin sözleri hala tutabilme gücün, en büyük zaafımdan en küçük sırrıma kadar bildiğin özelleri en büyük bir tartışmada dahi yüzüme vurmama asaletin, hayatı, tüm olumsuz ve acılarına rağmen tiye alabilme enerjindir içime kök salan…

Seni seviyorum Yakışıklı Prens!  İyi ki doğdun!

11 Ekim 2010 Pazartesi

ZAM VERİLMEZ, ALINIR!

Zam istemek daha doğrusu isteyememek her zaman bir kabus olmuştur.

Zam dönemleri geldi mi başlar işyerinde kımıldanmalar ve bir bakarsınız ki bu kımıltılar ufak yollu bir akıntıya dönüşmüş herkesi içine alan.

Rutinin dışında bir hareketlilik başlar işyerinde. Fısıltılar gelir zamlarla ilgili kulağınıza… ve kabuslar başlar “nasıl zam isteyeceğim?”diye… Patronu göz hapsine alırsınız en yumoş halini yakalayabilmek için.

Maaşa zam istemek engelli yarışmalar gibidir. Neredeyse tüm gücünüzü ve yeteneklerinizi göstermeniz gerekir. Yetenekleri kullanmak için de bir kılavuz gerekir. Taktik  gerekir dahası. Güçlendirir sizi, ne yapmak istediğinizi, neden yapmak istediğinizi anlatırsınız kendinize taktikleriniz/planlarınız  olduğunda.

Neyse ki; taktikler dünyasında zam istemenin de taktikleri varmış: İşte size Burcu ÖZÇELİK’ in kaleminden çıkmış dünkü Hürriyet Gazetesi İK ekindeki haberden kendime göre düzenlediğim taktik süreci:

Öncelikle “zam verilmez, alınır” mantığıyla kendini gaza getirip iyi yönetmek lazım bu süreci…

Zam istemek için önce patronu iyi tanımalı ve punduna getirip açmalısınız konuyu.

Sonra kendinizi hazırlamalısınız: Bu zammı neden istediğinizi (aman ha! Paraya ihtiyacım var demek konuyu bambaşka bir boyuta taşır. Kovun bu fikri kafanızdan.) anlatabilmelisiniz. Ortamdan (enflasyon oranları, aynı sektördeki benzer işi yapanların aldığı ücretler, çalıştığınız şirketin genel ücret politikası vs) haberdar olmalısınız.  Kendinizi, iş yerinde de kullanabileceğiniz alanlarda geliştirmeye bakın. Elinizdeki işlerin/projelerin bitmiş olduğuna emin olun (ki tam zam istediğinizde elinizdeki bitmemiş projelere gönderme yapılamasın)

Şimdi gelsin uygulama taktikleri: J

Tabi konuyu açabilmek için önce bir giriş yapmanız gerekiyor.  Şunlardan birine veya birkaçına ne dersiniz?

Derdinizi en iyi yazarak anlatıyorsanız Patrona yazarak,
İmalarda bulunarak
İş arkadaşlarınızla zam hakkında konuşarak patronunuzun kulağına kar suyu kaçmasını sağlayarak. (Bu epey alengirli bir iş ama ya tutarsa!)
Randevu isteyerek ve
İstifa etmekle tehdit ederek (Sonuçlarına nasıl katlanacağınızla ilgili bir B Planınızın olduğuna emin olun)

Başlangıç engellerini aşarak nihayet asıl düzleme geldiniz.

Konuya, direk “zam istiyorum” demeden önce işyerine kazandırdıklarınızla başlamalısınız. Bunlar, sizin şirkete kattığınız değer (Burası uçsuz bucaksız bir atış alanı!), müşteri memnuniyeti, hedefleri gerçekleştirme verileri gibi bilgiler olabilir. Ama bunu mütevazı bir biçimde ifade edin, aşırıya kaçmayın.

Bu görüşmeyi mümkünse, herhangi bir perşembe günü, giyiminize özen göstererek ve –kadınlar için- ruj sürerek yapmayı ihmal etmeyin. Yapılan araştırmalar terfi ve maaş zam kararlarının genellikle Perşembe günleri alındığını ve  ruj süren kadınların zam alma olasılığının daha yüksek olduğunu bildiriyor. Erkeklerin vay haline!

Peki tüm bunlardan sonra hayır derse? Pes etmeyin diyor haber; zammı hak etmek için ne yapmanız gerektiğini sorun. (Umarım bu olumsuz cevap mikro düzeyde sizin ile ilgilidir. Yoksa size kalkıp global ekonomik kriz geçince derse her şey çöpe! J) Son bir çabayla bir sonraki yarış için patronunuzu hazırlayın:, Performansa bağlı prim, mesai ücreti gibi yan haklar isteyerek patronunuzu borçlu çıkarmaya çalışın. J

Yazması benden, uygulaması sizden.










8 Ekim 2010 Cuma

Pofuduk’tan

Pofuduk’un kitaptaki ödevlerini kontrol ediyorum: Yönerge diyor ki; “ilk sütunda yazılmış olan duygular karşısında neler hissettiğinizi yazın.”

“Kararsızlık” duygusunun karşısına yazdığı “baş ağrısı” cevabını soruyorum. Nasıl yani? Kararsız kaldığında başın mı ağrıyor?

-Evet anne. Mesela arkadaşlarımın birisi “beni seç beni seç” diyor. Öbürü de “beni seç beni seç” diyor ve benim başım ağrıyor.
J

7 Ekim 2010 Perşembe

ADABIMUAŞERETLER HAKKINDAKİ KARA LİSTEM

Kitaplıktaki kitapları tek tek elden geçirip düzenlemek demek, kitaplığı oluşturan kitapların sahip oldukları anılar çerçevesinde zamanda yolculuk yapmak demektir. Elinize aldığınız her kitap bir anda canlanır; geçmişe, okuduğunuz zamana/ortama ve içindeki karakterlere ve en önemlisi de O’nu okuduğunuz zamandaki duygularınıza götürür sizi. Tıpkı eski şarkılar gibi…

Beni zamanda yolculuğa taşıyan kitaplara göz gezdirirken bir kitap ilişti gözüme. İpek Ongun’un “Şu Çılgın Tempoda Duyarlı Davranışlar” kitabı.

Kapağından kitabı hatırladım ama ne zaman hangi amaçla aldığımı bir türlü hatırlayamadım. Biraz karıştırıp da bu kitabın gençlere hitaben yazılmış olduğunu anlayınca(bu kitabı tam olarak ne zaman aldığımı hatırlamıyor olmam terazinin bir kefesinde ise gençlik dönemlerimde almadığımı  hatırlamam  diğer kefesinde oturuyor.)daha bir merakla karıştırıyorum.

Karıştırdıkça görüyorum ki; görgü kurallarını anlatan bir kitap. Dudak büküp en ücra köşeye koymayı düşündüğüm anda “Sosyal Yaşamdaki Davranışlar” kısmını görüyorum ve aynı anda günübirlik yaşamda beni rahatsız eden bazen “yuhhh” dedirten ama sonuçta hep adabımuaşeretler hakkındaki kara listeme eklenen davranışlar aklıma geliyor ve henüz başladığım zaman yolculuğumdan çarçabuk gerçek zamana dönerek başlıyorum kitabı fokuslanarak okumaya.

Bahsettiğim listemdeki davranışlar; kendi standartlarıma göre beklediğim davranışlardan ziyade toplumun büyük kesimi  tarafından kabul görmüş adabımuaşeret (görgü kuralları)’tir. Adabımuaşeret’i ister kabul edelim ister etmeyelim toplum içinde yaşıyorsak ve davranışlarımız diğer insanları direk etkiliyorsa bu kurallara uymak/özen göstermek zorundayız.  Burada adabımuaşeret’in kime göre neye göre kabul edilir olup olmadığını ele almak değil istediğim.

Benim derdim; günlük hayatta yaşadığımız bazen bize “yuhhh” dedirten davranışların saygı çerçevesinde düzeltilerek insanlara huzur ve mutluluk veren davranışlar halini almasıdır. Bunun için de gerekli olan toplumsal bir farkındalıktır ki bu da kampanyalarla desteklenmesinin gerekliliğine inandığım bir çözümdür. Eğitimlerle, afişlerle yapmak lazım ki herkesin dikkatini çekerek; aykırı davranışlar da “amaann herkes yapıyor ben yapsam n’olur” zihniyetinden “bunu yapmak doğru değil” bilincine geçebilelim.

Şimdi size İpek Ongun’un bahsettiğim kitabından da yardım alarak sıralıyorum adabımuaşeretler hakkındaki kara listemi. Tabi ki bendeniz bal tutan parmağını yalar misali yaşadıklarımı hemen parantez içinde yazma ayrıcalığımı kullanacağımJ  Buyurunuz….

Ñ    Kapı ağzı giriş/çıkışlarında önce içeriden çıkanlara yol verilse. (Toplu taşıma araçları! Daha içerdekilerin çıkmasını ve önündekilerin binmesini beklemeden hamle yapma durumunu hala anlamış değilim.)

Ñ    Kaldırımlar, merdivenler, gibi yaya trafiğinde neden genelde herkes sağ taraftan yürüyerek düzenli bir kalabalığa katkı sağlamak yerine istediği yönden yürür?

Ñ    Yine yürüyen merdivenlerde ve bantlarda sağ tarafta durup, yürümek isteyenlere yol verilse de düzenli bir topluma katkı sağlasak? (Şişli Metro’sunun yürüyen merdivenlerinden yukarı çıkıyorum, 3 tane genç yayılmışlar tüm basamağa. İzin isteyip sağda durmaları gerektiğini hatırlattığımda “madem yürüyeceksin o zaman normal merdivenleri kullan” önerisinde (!) bulundular. 

Ñ    Özellikle birkaç kişi birlikte yürürken kaldırımın tümünü işgal ederek yürümeyip diğer yayalara zorunlu slalom yaptırılmasa.

Ñ    Bu ve bundan sonraki maddeler listemin can yakıcıları.
Trafikte araba kullanırken trafik kurallarına, diğer sürücülerin haklarını gözeterek uyulsa. Bu madde trafik kurallarını ilgilendiriyor olsa da yapılan davranış direkt diğer bireyleri etkiliyor. Özellikle emniyet şeridinden veya tali yoldan gelerek normal şeride, uyanıkça, “hey! tek uyanık benim” edalarıyla geçilmese. Geçen geçiyor ama arkada kalanlar sinir harbi içinde günün kalanına devam ediyorlar. (Köprüye ulaşmak için trafiğin tam göbeğindeyim ve bir sürücü emniyet şeridinden şeridime fütursuzca geçme çabasında. Açtım camı “ayıp olmuyor mu?” dedim. “Acelem var” dedi… Aldığım cevaba şaşırarak ve bir kez daha içimden yüzüne karşı “yuhhh seni sosyopat” diyerek bu maruz kaldığım davranışı da Adabımuaşeretler Hakkındaki Kara Listem’e ekleyerek “Herkesin acelesi var” diye cevaplayıp hakkımı yedirmeden ve fakat yapılmaya çalışılan saygısızlık sonucu moral bozukluğuyla yoluma devam ediyorum.


Ñ    En önem verdiğim davranış ise ödeme  kuyruklarıdır. Birden fazla kasanın olduğu durumlarda tek bir sıra/kuyruk yerine her kasa için düzenlenmiş kuyruklar çıldırtır beni. Şansınız var da  önünüzdeki işlemler sorunsuz giderse ne ala. Aksi halde bir bakarsınız yan taraftaki kuyruğun en sonundaki kişi işini halledip gitmiş siz hala beklersiniz. Ya da ek bir kasa açıldığında kuyruk sonlarındaki insanların öndeki insanları beklemeden işlemlerini yaptırmaları olacak iş değil. Hele hele bu tip durumları kitapçı kasalarında ellerinde en az iki kitapla yapan insanları anlamak çok güç.

Bu listeye almadığım ama aklınıza gelen onlarca davranış biçimi olabilir. Bu saydıklarım beni oldukça rahatsız eden ve çözüme ulaşıldığındaysa toplumda gözle görülür bir saygı havası estirecek bir sonuç olacağını düşünmem sebebiyle kaleme aldım. Söyleyeceğim daha çok şey var ancak yeterince uzun bir yazı oldu. Umarım bu yazı toplumsal farkındalık ve bilinç yaratacak bir hareketin başlangıcı olur ki ben de bu kara listenin sahibi olmaktan kurtulurum.




















5 Ekim 2010 Salı

ARAF…

Elif Şafak’ı ilk Siyah Süt’le tanıdım. Arkasından Aşk ve Baba ve Piç ile… Çok beğenmemiştim roman kurgularını.

Geçenlerde bir mutfak alışverişinin yapıldığı büyük marketlerden birinden, plajda okumak amacıyla bana en yakın gelen kitap olması nedeniyle çarçabuk almıştım Araf’ı… Özensiz ve isteksiz….

Araf’ı okuduğum süre içinde Elif Şafak’a ve yazıya döktüğü düşüncelerine ne kadar haksızlık yaptığımı hissettim gizli bir utançla. Bugün kitabı bitirdiğimde ise bugüne kadar okuduğum en keyif aldığım ikinci kitap kategorisine koydum Araf’ı.

Kitabın kurgusundan ziyade içeriği, tasfirleri  ve özellikle neredeyse her paragrafta  hayatımızın hep içinde olan ama farkına varmadan atladığımız küçük ayrıntıları inanılmaz zekiliklerle zenginleştirerek hikayesini anlatması büyüledi beni…

En sevdiğim kısım: “Ömer gözlerini indirip insanı işkillendirecek kadar uzun süre yerdeki camgöbeği bir çoraba baktı; sonra çorabın diğer tekini bulursa sorununun çözümünü de bulacakmış gibi ümitle odaya göz gezdirdi.”
Doğan Kitap Baskısı.

Buika-No habra nadie en el mundo

http://www.dailymotion.com/video/xcyr1i_buika-no-habra-nadie-en-el-mundo_music

4 Ekim 2010 Pazartesi

BUZ ÜSTÜNDEN GELEN DÜŞÜNCELER

Yanımda “Pofuduk” ve “Narinlikler Prensesi” buz üstündeki Disney Kahramanlarının gösterisinin başlamasını bekliyoruz… Işıklar kapanıyor ve  Mickey-Minnie Mouse, Goofy, Pluto ve Donald Duck’ın sunumları ile başlayan gösteriyi seyre koyuluyoruz ve bir anda çocukluk hayalim geliyor gözlerimin önüne …

Bundan yaklaşık 3 onluk yıl önce! Birilerinden; daha önce hiç görmediğim hatta hayalini bile kurmadığım küçük bir oyuncak ev olduğunu duymuştum. Bu evin beni en etkileyen özelliği, içine girip oyun oynayabileceğim boyutlarda olmasıydı. Aklım kesmiyordu, nasıl olur da bir oyuncağın içine girebilirim diye ama diğer yandan deli gibi heyecan veriyordu böyle bir oyuncağımın olması hayali. İçine girip saatlerce oynamak; hatta O’nun içinde yaşamak! Hiçbir zaman öyle bir oyuncak evim olmadı tabi. O evin benim olacağını düşündüğüm zamanlardaki hissettiğim neşeyi, işte şuan yine hissederek bakıyorum geçmişe…

O zamanlardaki en büyük oyuncaklarım; et bebekler ve  plastik çay-kahve fincan takımlarıydı. Bunların dışında  kalan her şey hayal dünyamın ve annemin izin verdiği ölçüde elde ettiğimiz yardımcı gerçek hayat oyuncaklarıydı. Eski kumaşlar, karton kutular, battaniyeler, mendiller… Bazen elde edilen gerçek hayat ganimetlerine göre oyun kurmak, bazen de hayal edilen oyuna göre ganimet edinmek!

Sahneye sürekli Disney kahramanlarının biri gelip diğeri gidiyor. Şimdi  mekanik maymunların gösterisi var…

Bizim zamanlardaki oyuncakların çeşitliliğiyle şimdiki çocukların sahip oldukları arasında dağlar kadar fark var. Bin bir çeşit… Bırakın içine girip oyun oynanan “hayal evimi”, tamir atölyesinden pilli arabaya, konuşan bebeklerden kurşun atan silahlara kadar. Oyuncak çeşitliliğinin yanı sıra çizgi filmlerde gördükleri karakterleri/kostümleri/materyalleri de elde edebiliyorlar. Bir anda en sevdikleri karakter olabiliyorlar bir kostümle! Veya en sevdikleri karakterlere ya bir partide ya bir gösteride ulaşabiliyorlar. Onlara dokunabiliyorlar.

Peki ama bu çeşitlilik çocukları daha mı özgür kılıyor? Ya karakterlere bu kadar erişebilir olmak hayal dünyalarını yok etmiyor mu? Noel Baba’nın gerçekten olmadığını bilen çocukların olması gibi.

Oyuncak alırken çocuklar için esas olan şey sevdikleri karakterdir. Ondan sonrası ezbere toplanan oyuncaklar ve materyallerdir. Aldıkları oyuncaklar da hangi oyunda kullanacağını düşündürmeden aksine nasıl oynayacakları konusunda yönlendiren hap cinsi oyuncaklardır. Yemek yiyen, sonra ağlayıp çişini yapan bebek mesela. Tüm bu süreç çerçevesinde 2 kez  oynandıktan sonra o bebek, oyuncak sandığının en dibinde buluyor kendini; başka bir çocuğa aynı süreci yaratmak için başka birine verilene dek. Barbie bebekler: Çocuğun aklından çıplak bebeği giydirmek için bir elbise dikmekte gereken atraksiyonu yapmak geçmiyor mesela. Neden? Zaten bebeğin yanında hem de konsept olarak kıyafetleri var! Doktor Barbie, Barbie banyoda vs. Erkek çocukları için ise her ne kadar anneleri tabanca-tüfek-kılıç almak istemeseler, direnseler de ipin ucu kaçıyor. Çocuklar ellerinde silahları, bir anda seyrettikleri çizgi film kahramanları oluverip yine aynı çizgi film senaryolarını sahneliyorlar kendi replikleri olmadan.

Hep bir yönerge ile oyun oynuyorlar. Kendi hayal dünyası olmadan, tüm çocuklarca oynanan tek tip oyunlar…

Şimdi de  koltuklarına kurulmuşlar sevdikleri karakterleri seyredip Onlar’a el sallıyorlar…

Buz üstünde şimdi Karayip Korsanları’nın gösterisi var. Pofuduk kulağıma eğilip “Anne bunlar az önceki maymun kostümlerini giyenler” diye fısıldıyor ve düşüncelerime noktayı koyuyor.

İşte! Diyorum. Çocuk biliyor gerçek olmadıklarını, hayal dünyası yok. Biz yetişkinler için Disney Kahramanlarını izlemek ne demekse çocuklar için de o! Hatta biz yetişkinlerin kahramanları daha bir ulaşılmaz hissederek seyrettiğimize inanarak…

Bir buçuk saatlik gösteri bitiyor ve kızlar gösteriye bayılıyorlar.

Gün biterken Pofuduk’a soruyorum: Gerçekten sen bugünkü gösterideki kahramanların gerçek olmadığına mı inanıyorsun? Yüzümde gülücük, aklımda ünlem işareti bırakan şu cevabı veriyor: “Evet onlar filmlerde Türkçe seslendirme yapan insanlardı ama gerçek kahramanların hepsi bir adada yaşıyor”